İç dünyada bir karmaşa, bir çatışma olduğunda, daha doğrusu bir şeyler kendine içeride çözüm bulamadığında ve iç denge bozulur gibi olduğunda ego patolojiyi göze alır, dışarıya çeşitli mesajlar gönderilir.
Bu, birtakım deneyimlerin anlam arayışına çıkması olarak da düşünülebilir: Bu semptomlar çeşitli sebeplerle tetiklenen, bir bağlama oturmak isteyen, bir şekil almak isteyen ve ama bunları yapamayan deneyimlerin dışarıya yaptığı yardım çağrısıdır.
(Semptoma kısaca ‘normun dışında kalan şey’ diyelim. Bir belirtinin ne zaman bir semptom olduğu, var olan normun sınırlarını geçtiği, hangi noktadan sonra yardım çağrısı olduğu ayrı bir paylaşımın konusu olsun.)
Bir semptom zihinsel boyutta olabildiği gibi (akıldan bir türlü çıkmayan endişeli ya da depresif düşünceler, orantısız korkular, tüm girişkenliği etkileyecek kadar yoğun bir özgüven eksikliği, vb.) davranışsal boyutta da olabilir (sürekli el yıkamak, yemekten kesilmek/çok yemeye başlamak, uyuyamamak/çok uyumak, sosyal hayattan kesilmek, vb.). Beden ise en son araçtır. Yani bir deneyim anlam arayışına çıktıysa ama zihne ulaşamıyorsa, bir düşünceye, davranışa dönüşemiyorsa bedeni kullanır (kalp çarpıntısı, ara ara nefesin kesilir gibi olması, mide rahatsızlıkları, şiddetli baş ağrıları, egzama, vb.). Tabii bu eksenleri birbirinden tamamen ayırmak mümkün de değil ancak öyleymiş gibi tartışmak düşünme kolaylığı sağlaması açısından iyi.
Bir de önemli not: Burada hemen tersine bir sebep-sonuç ilişkisi kurmamak lazım. Bedensel bir sıkıntı olduğunda önce buna sebep olabilecek biyolojik kökenleri araştırmak, eğer bir sebep bulunamıyorsa psikolojik temelde düşünmek gerek.
Kısacası, bir olay ne kadar zihinselleştirilebilirse semptoma dönüşme olasılığı o kadar az olur denebilir. Yani bir olay kişi tarafından ne kadar anlaşılırsa, zihninde ne kadar bir şekil alırsa, ne kadar bir anlama oturursa, ne kadar kişinin hikayesine yerleşirse ruhsallığa olan yükü o kadar az olur.
Fotoğraf, Wengang Zhai, Unsplash.